7 Mayıs 2016 Cumartesi

Bir fotoğraf bin anı gizlermiş


Bir fotoğrafla uyandım bu sabah…

Bütün çocukluğumu,genç kızlığımı, büyüyüşümü, gelişmemi bir çırpıda tek bir kareyle önüme seren bir fotoğraf..

Öylesine özel ki…
Bir tek fotoğraf neler neler sığdırırmış içine bu sabah anladım ben…

Çocuktum o masaya ilk oturduğumda, sanırım 7-8 yaşlarında olmalıyım.. İzzetpaşa sokak, Zamanyurdu apartmanı… İsmi bile çok şey anlatıyormuş apartmanın bir düşündüm de..
Sadık Şendil’in, ama bizim için Sadık abi’nin sofrası, Fatoş abla’nın sofrası. İki kişinin de ismini verdiği müthiş bir sofra, bir hayat sofrası…
Senelerce her Cumartesi, bıkmadan yorulmadan  eşsiz emeklerle, aşkla sevgiyle hazırlanan, ince bir zerafetle kurulan, Sadık abi’nin özel kristal rakı karafesinin özenle hazırlanıp konduğu Fatoş abla’nın incelikli sofrası..

Dostlara, dostluğa kurulan bir sofra, sohbete birlikteliğe kurulan..

Ve Sadık abi..hayatımda tanıdığım tek, gerçek bir beyefendi..Her daim her havada, her durumda tiril tiril bir şıklıkta. Nezaketi, kibarlığı bu derece içine sindirmiş başka bir bey tanımadım ben. Öyle ki eve geldiğimizde bizim için ayağa kalkan, kendi yaşıtıymışız gibi önemle karşılayan, sevdiği her insana yaş gözetmeden aynı saygıyı gösteren biriydi o..
Kırıldığı,üzüldüğü durumlarda dahi, saygısını hiç bozmadan, hiç bir kötü söz kullanmadan, karşısındakine haddini bildirirdi hazır cevaplılığıyla.. lafı gediğine sokmakta yoktu üstüne..

Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük dehalarından birinin sofrasında büyüdüm ben…
Bugün Yeşilçam’ın, Türk sinemasının var olmasına sebeb en büyük, en önemli yapı taşlarından birinin..
Bugün hala bıkmadan usanmadan, seyrettiğimiz, şimdi çocuklarımızın dahi (ki o zamanları yaşamadıkları halde) arka arkaya seyretmekten yorulmadığı, onun eseri olan filmlerin ana teması nedir hiç düşündünüz mü?.. Aile kavramının üstünlüğü, birlik beraberlik, insanca dostça kardeşçe yaşamanın önemi.., sevginin,aşkın yüceliği… Ümit vardır o filmlerde her zaman, drama dahildir neşe ya da neşeye hüzün..Hayatın gerçeğidir o filmler, bize kim olduğumuzu, aslında nasıl bir toplum olduğumuzu hatırlatan ve aslında bizi hala birbirimize bağlayan çok güçlü bir eldir…

Ve O, masada, baş köşedeki yerini aldıktan sonra oturan davetliler…kimler olmazdı ki.. Müjdat Gezen, Münir Özkul, Savaş Dinçel, Sırrı Gültekin, Yavuz Turgul, Kandemir Konduk, İsmet Bozdağ ve eşi son Osmanlı torunlarından Hanzade hanım, Ergin Orbey, Orhan Aksoy ve elbette babam Halit Akcatepe, annem…ve de şu an aklıma gelemeyen nice isimler..

Bir tarihti bu sofralar.. Arka fonunda ülkenin tüm gelişimi yaşar..Türk sineması da bu doğrultuda gelişir. Tüm konulara her zaman Sadık abi’nin ince nüktesi dahildir elbet..Ve olmazsa olmaz, O’nun eşsiz anıları, duruma uygun herbiri ayrı lezzetteki esprileri..
Aynı filmlerindeki gibi bir aileydi bu sofralar.. Dostluğun, birlikteliğin, farklı renklerin buluştuğu.. Aileye uyum sağlayamayanların bir daha o sofrada yer bulamadığı…

Evet çok küçüktüm ilk başlarda, yemekten sonra uykumuz gelir, annemle babamın gitme vaktine kadar uyurduk kız kardeşimle bir koltuğu paylaşıp..
Bu güzel fotoğrafı paylaşan Cemciğim, artık delikanlı olduğundan „kaçardı“ yemekten hemen sonra..:)
Büyüdük zamanla, artık uyumuyorduk yemekten sonraları, sohbetleri dinleyebiliyor, biriktiriyorduk anıları.. Cem ve kuzeni Celit de sofradaydı artık bizimle, kacmadan yemek sonralari, birlikte büyüyorduk bundan sonra..
Babamla birlikte oynadığımız ilk ve tek film olan Tatlı Dillim’den sonra hiç unutamadığım bir sahnedir..O Cumartesi akşamı yemekte beni ve Ebru`yu tebrik edip, „oscarlarınızı takdim ediyorum“ demişti, ucunda kehribar renkli bir fil olan kolyeyi boynuma takarken… Onca sinemacının önünde, ne büyük bir onurdu bu benim için..
Zamanla „Zamanyurdu“ndan çok yakındaki „İlkbahar“ apartmanına geçildi. Ben artık okumaya Viyana’ya gelmiştim, ancak İstanbul’da olduğum zamanlarda katılabiliyordum bu eşsiz zamanlara.
O’nu o bilmediğimiz „uzak diyarlara“ uğurlayana dek…

Bugün bu fotoğrafla bir kez daha saygıyla eğiliyorum muhteşem anısı önünde. Beni bugünlere taşımadaki eşsiz katkılarına, hayata hazırlanırken sunduğu paha biçilmez deneyimlerime, ömrümün sonuna dek saklayacağım çok değerli bir hazineye sahip ettiği için mütessekkirim O’na..

Ne mutlu bana ki, bu ailenin bir ferdi olmuşum..


Ve Cem'cigim, paylastigin bu degerli fotograf ve anilarla yeniden icimde yazma istegi uyandirip beni bloguma döndürdügün icin kocaman tesekkürler sana.. hep yaz emi..Kalemini hic birakma, sen cok güclü bir mirasa sahipsin..





11 Mayıs 2014 Pazar

Işık saçan her kadın annedir

Bir kadının eli değdi mi değişir dünya.. yaşadığınız ülke,ortam, ev, oda.. Çünkü çoğu kadın, doğası gereği yapan, kuran, koruyan, kollayandır. Annedir.
Bakın etrafınıza, hayatınıza gelen tüm incelikler, hoşluklar çoğunluk bir kadın eliyle gelmiştir… Anneliği içinde taşıyan kadındır dünyayı yaşanır kılan, o hazırlar güzel bir geleceği tüm dünyanın yavrularına, ışıktır o…
Işığa doğan çocuklar karanlığı bilmezler. Işığa doğan çocuklar, yürekleri evrene açık, hür ve adaletli büyürler. Işıkla büyür ve serpilirler.

Gene bir bakın etrafınıza, hayatımıza giren karanlıklar, acılar, umutsuzluklar… gene bir kadının elinden çıkmadır… Eğer üzgünsek, kararmışsak, acının tadı değmisse ağzımıza, gene bir kadının eli değmiştir. Çünkü,içinde sevgi yerine, hırsı, kini, bağnazlığı taşıyan kadınlar karanlığı yayarlar çevrelerine, ışık yerine..
Karanlığa doğan çocuklar, korkar ışıktan, kapar gözlerini… Karanlık köreltir kalplerini, boğar ruhlarını..

Ve bir kadının elidir dünyamıza erkekleri de kadınları da hazırlayan…

Yüreğinde ne taşıdığı önemlidir bir kadının.
Anne olsalar da olmasalar da, dünyamıza ışık katan, hayatımızı güzelleştiren, içimizi kalbimizi ışıtan, özgür, yürekli ve adaletli tüm kadınların „Anneler Günü“ kutlu olsun. Onların elleridir öpülesi olan..

Yaşadığın çevreye umut ve ışık olmakla başlar „Annelik“. Ve onlar sayesinde çıkarız birgün gene karanlıktan...











1 Mayıs 2014 Perşembe

1 Mayısın çiçeği o


Bembeyaz, narin ve zarif bir güzellik vurmuş damgasını 1 Mayısa Fransada…

Müge, 1 Mayısın çiçeği, yakalara iliştirilen, sevdiklerin saçına takılan bir uğur getirici bugün…

miniminnacık gövdesiyle kalbin üstünde taşınıp, kalbe de en yararlı çiçek olması ne manidar değil mi?

Birgün, kalplerimizin titremediği, üzerinde o narin mügeleri dahi taşıyabilecek huzur ve mutlulukla yaşanacak 1 Mayıslar da gelecek, inanıyorum.

Bugün tüm emek verenlerin haklı bayramı kutlu olsun…


















29 Nisan 2014 Salı

Ihaneti gördüm


İhaneti yaşadınizmi, bilirsiniz o zaman yumuşak karnınıza saplanmış bıçağın acısını, güvenilenden ya da güvenmeniz gereken tarafından arkadan vurulmanın şaşkınlığını ve ürpertisini ve ne kadar zaman geçerse geçsin ağzınızda bıraktığı kekremsi tadı… Belki aldatmakla eş tutulur ama çok daha derindedir yaşattıkları ihanetin… Zira sizi tanımadıklarınız aldatır, ihanet edense can bildiğinizdir… Belki de yaşam içinde en ağır darbelerden biridir o, sizi hazırlıksız, kıskıvrak tüm bedeninizden ve ruhunuzden yakalayıp, yakan yıkan bir duygu olarak… Sahip olduğunuz o değerli güven duygusunu alaşağı eder, onulmaz yaralar bırakır derinlerinizde… Kolay olmaz yaşattığı travmadan kurtulmak.

Sonra insan kendini sorgulamaya başlar…Neden?... Çeşitli cevaplar vardır elbet, belki de en baştan hataydı der iç ses, hiç görmek istemediğim…

Aldatılmayı çok yaşadık hep birlikte bu ülkede…
Çok gerilere gitmeden, yakın tarihimiz küçüklü büyüklü aldatmacalarla dolu.. Bir umut başa getirdiklerimiz tarafından aldatıldık, kandırıldık… Söylevlerinin arkasının boş olduğunu defalarca yaşadık. Kendi egemenliklerini sürdürme gayesiyle aldattılar koca ülkeyi seneler boyu..Her aldatılistan bir yara aldık, üzüldük, hiddetlendik, öfkelendik… Ama yıldırmadı, tekrar silkelendik, ayağa kalktık…Henüz ihaneti görmediğimizden, nispeten daha kolaydı aldatmanın yaralarını sarmak… Henüz güven yok olmamıştı, kendimize, yaşadığımız ülkeye, iyi bir dünyaya, geleceğe.. Zira güven’di, o hiç üstünde durup düşünmesek de, bizi yeniden ayağa kaldıran, biz yapan, birbirimize dayanma gücü veren, birarada tutan..

Ve birgün uyandık ki… çok derin bir ihanet ve hıyanet içindeyiz. Durum artık, başa geçmiş kişiler tarafından aldatılmanın çok ötesinde, kapsamlı kalabalık bir ihanet tablosu… Memleketin en tepesinden en uç köşesine kadar sinsice yerleşmiş bir ihanet virüsü… Acıyla görüyorsunuz ki, aynı masada oturmuş olduklarınız size ihanet eden, birlikte gülüp ağladıklarınız, yüzü aydınlığa dönük bildikleriniz, aynı değerler içinde yoğrulduğunuzu sandıklarınız… Güç, para ve kudret satın almış onları çoktan, ya da zaten hiç olmamışlar aslında… Kime güveneceğinizi bilemiyorsunuz…Şüphe kurutmaya başlıyor içinizi..doğrular yanlışların,yanlışlar doğruların arasında eriyip kayboluyor, gri bir renk kaplıyor ortalığı, ihanetin boz rengi… kimin kim olduğunun belli olmadığı bu perdenin altında tarihinize, bayrağınıza,topraklarınıza, dilinize, inançlarınıza, bugün ve geleceğinize kısacası tüm değerlerinize, varlığınıza, ülkenize ihanet ediliyor.
İşte o an, biriz dedikleriniz tarafından bıçaklandığında yumuşak karnınız, meğer hiç, bir olmadığınızı görüyorsunuz. İhanetin acısı da burda başlıyor işte… İnançlarınız yerle bir oluyor ve dolayısıyla güveniniz…

Ve ihanet, yabancılaşmayı getirir beraberinde, o güne dek birlikte yürüdüğünüzle kesin bir yol ayrımıdır bu… Aldatılmanın, zor da olsa birgün çıkıp gelebilen affediciliğini barındırmaz içinde…

Zor günlerden geçiyoruz, ağırdır ihanetin travması…Ayağa kalkması, güvenin yeniden tazelenmesi zaman alır.

Şimdi oturup düşünme zamanı.. Neden? diye… En başta mıydı acaba hata, hiç görmek istemediğimiz…











18 Ocak 2014 Cumartesi

Ağaçlar ayakta ölür


Bahar geldiğinde kıpkırmızı yapraklarıyla açan koca Japon kirazı ağacını, bir sabah yerde yatar buldum…kesmişlerdi..İçime oturdu acısı, kesen görevli kıza sordum “Neden“? „Ölmüştü“ dedi..“Siz onun her bahar nasıl açtığını görmediniz ki..nasıl yapabildiniz“? … İnanamadım, çünkü Viyana’da her ağaç kayıt altındadır, girip internetten bölgenizdeki ağaçların seceresini, kaç yılında dikildiğini bir tıkla öğrenebilirsiniz..Bilmeden, incelemeden hiç bir ağacı kesmezler.. Ve evet, bahardan itibaren penceremi şenlendiren bu ulu ağaç, çoktan içinden kurumuştu, gövdesini saran sarmaşıklar onu yiyip bitirmişti..son bir can suyuyla açmaya çalışıyordu baharları, ve biz buna kanıp,yaşadığına inanıyorduk, oysa heran yoldan geçenlerin, bir evin üzerine yığılıp son nefesini verebilirdi..
Çare kökten kesmekti…Şimdi baharda, taze, yeni bir genç ağaç dikecekler aynı yere..

Çürüdük farkında mısınız?
Aynı bu ağaca benzetiyorum durumumuzu… Dışardan bakıldığında, hala yeşeren dallara rağmen, içten çürüdük,kuruduk…çünkü gövdemiz tüm suyu,beşini emen zehirli sarmaşıklara teslim oldu..

Değer yargıları, vicdan çürüdü…
Hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekarlık, ikiyüzlülük, riyakarlık, yalancılık üzerine kurulu bir sistem yarattık..Ve doğal sonucunda, hırsız polisi, polis savcıyı, sistem adaleti yakaladı..

Ve bunu hep beraber yarattık…

Seneler senesi „Çaldı ama  iş de yaptı, canım diğerleri de çalmyor mu“ diyerek
Yetmez ama evet diyerek..
Gazeteciler arka arkaya işten çıkarıldığında, içeri atıldığında sesleri kesildiğinde biz de sesimizi keserek..
Tüm ordumuz tutuklandığında,“ du bakalım,belki de darbe yapacaklardı, darbeye karşıyız,adalete güvenelim“ aymazlığına düşerek…
Çocuklarımız önar onar şehit düşerken, cinayetlerin hiç biri aydınlanmazken, „neden,kim için kaybediyorum ben oğlumu“ demeyip, haykırmayıp „Vatan sağolsun“ kabullenişine düşerek..
Çocuklarımızın okulları eğitimleri elimizden alınırken, sessiz kalıp, kabullenerek…
Yıllarca gözümüzü,kulağımızı etrafımızda olan bitene kapatarak, bize ilişmediği sürece yaşananları yok sayarak…
Ulusal değerlerimizin üzerine birer birer çarpı atılırken „Bak bunu da yaptılar“ diye oturduğumuz yerde vah çekerek..
Sanatın „içine tükürülürken“ bunun tüm yaşamımıza atılan koca bir tükürük olduğunu farkedemiyerek..
Beş para etmez TV kanallarının, niteliksiz, seviyesiz ve sahte haberlerini, yayınlarını hiç sorgulamadan seyredip, beynimizin yıkanmasına izin vererek…
Bütün bu gidişatı görürken, „canım adamlar çok iyi örgütlü, biz de işte bu eksik“ deyip hiç bir örgütlenmeye gitmeyerek..
Muhalefet partisine verip veriştirip, karşısına hiç bir gerçek muhalefet çıkaramayarak.. .

Ve işte şimdi elimizde;  adına halen devlet dediğimiz çeteler savaşı, aydınların, sanatçıların, yurtseverlerin hapiste, hırsızların profesyonel yankesicilerin (evet çünkü çalınan sizin paranız!) tepede dolaşdiği, adaletin yerini orman kanunun aldigi, herkesin birbirinden şüphelendiği, haber alma özgürlüğünün bittiği, katillerin “destan yazdığı”,, çocuk gelinlerin sayısının 200 binlere ulaştığı, tecavüzcülerin serbest bırakıldığı bir ülke…

Çürüdük…Her yerimizden
Heran devrilebilir bu ulu ağaç, yeni bir fidan dikme zamanı

2 Ocak 2014 Perşembe

Ben kalender meşrebim…


Yeni yıl haftasinin yorgunluğu,telaşı, ülkenin gerginliği, ve son dakika gelişmeleriyle yeterince yorulmuşken, şöyle keyifli okunacak konular arasında geziniyordum sosyal 
medyada, şu başlıkla karşılaştım;

Aşık olunabilecek erkeğin özellikleri… „

… 1980 başlarında bir yaz akşamı, Füsun Akatlı, Nimet Tuna ve Tomris Uyar, o dönemin gözde uğrağı Şadırvan’da buluşmuş, denizin tadını çıkarıyorlar. Konu bir ara aşka, sonra asksizliğa, en sonunda da “aşık olunabilecek bir erkeğin özellikleri”ne geliyor ve bir oyuna dönüşüyor. Nesnel davranmakta kararlı olduklarından masalarına gelen Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın da görüşlerini alıyorlar... (merak edenler yazının tamamını şurdan okuyabilir ; Asik olunacak erkegin özellikleri)
Yazı esprili, ama bir o kadar da gerçeklik payı var içinde…

Erkekleri bilemem, ideal kadını tam nasıl hayal ederler, ama genede „ideal kadın“ için kimi tasvirler mevcut... genelde istekler üç beş konuda sınırlı ve de çoğunluk hemfikir oldukları konular…

Peki ya „bay ideal“ kimdir gerçekten? Var mıdır bunun bir tanımı, tarifi?
Ayakkabıcıya, gündelik bir siyah ayakkabı almak için girip, kıpkırmızı bir yüksek topukluyla çıkan kadınların o anki ideal erkek tarifiyle, aşık olduğu adamın tarifi ne kadar tutar birbirini sizce? Ya da beş benzemez erkeğe aşık olup, her seferinde bu sefer gerçek aşkı buldum diyenlere ne demeli?
Yani durum şudur ki, biz kadınlar tarafında durum biraz karışık… Zira, biz kadınlar değişkeniz, ruh halimiz değişken, duygularımız ve de mantığımızın işleme şekli değişken, yaşla beraber zevklerimiz değişken… isteriz ki tüm bu değişime ayak uyduracak, kalbimizi gözümüzden okuyacak, gereğinde sarıp sarmalayacak, gereğinde yukarilara taşıyacak, hem prenses gibi davranacak ama bir o kadar da gücümüzü kuvvetimizi bilecek, hem kadın, hem anne hem de bazen bir kız çocuğu olduğumuzu unutmayacak biri,…nasıl devam ediyordu şarkı? „yanağında bir beni mutlaka olsun“…



Günlerden bir gün, kızlarla aramızda geçen konuşmaya şöyle bir kulak verelim hadi gelin;

Boy pos, renk, yaş, kısmı, en çabuk atlanan ve de üzerinde en az durulan kısım, o bölüm çoktan geçmiş..kısaca boyu boyuma,yaşı yaşıma..durumu.
Konunun tam şurasındalar;

Zeki olması, herkesin üzerinde hemfikir olduğu nokta…
Gülmeyi sevmek ve esprili olmak da öyle…
-        ama komik olucam diye, en olmadık yerde gereksiz açık saçık fıkra anlatmasın,.. uygun ortamda da anlatmayı bilsin
-        bir de aynı fıkrayı, espriyi devamlı tekrar etmesin
-        mizahı yaratıcı olsun
Kıskanç olmasın, devamlı „nerdeydin, ne yaptın“ diye soran bir erkek çok sıkıcı…
-        ammaa, öyle hiç ilgilenmiyormuş gibi de olmasın canım, birazcık da merak etsin,  kıskansın belki..ama sıkboğaz etmesin
-        günde 10 kere aramasin, ama arasin… biz aradigimizda  ulasilir olsun, bize ulasamadiginda devamli sitem etmesin
-        tipik akdenizli maço gibi olmasın, ama tipik aşırı sakin Avrupa erkeği gibi de olmasın, temperamanını tam dengede tutsun yanı…
Sportif olsun, mutlaka bir sporla uğraşsın, ilgilensin en azından yürüyüş yapsın
-        ama bizim hiç ilgilenmediğimiz bir spora tüm haftasonunu harcamasın
-        tüm maçları ve ardından tüm maç yorumlarını tek tek kanal kanal izlemiyelim, bu arada kumanda da kollarinin uzantisi olmaktan kurtulsa..
Kendi erkek arkadaşlarıyla da buluşsun, çünkü biz de kendi kız arkadaşlarımızla buluşuyoruz
-        ama bizim buluştuğumuz zamanlara denk gelsin…
-        tam biz başka şey planlarken, „ben çocuklarla buluşuyorum“ demesin
Bonkör olsun
-        ama parayı har vurup harman savurmasın
-        davet etmeyi bilsin, ama göstere göstere yapmasın
-        hediye almayı bilsin, ama zevkimizi de bilsin..
Yemekten, mutfaktan zevk alan erkek en ideal erkek… hele bir de sürpriz yemek ve de sofra kurmuşsa..
-        amaa mutfağa girdi mi arkasında savaş alanı bırakmasın
-        her yemeği, sanki bizden daha iyi bilir gibi bir hava takınmasın
Gezmeyi, eğlenmeyi sevsin, sosyal olsun
-        ama evde oturup zaman geçirmeyi de sevsin, aklı fikri hep dışarda olmasın
-        fakat devamlı eve kapanmak da istemesin, dışarda vakit geçirme konusunda da yaratıcı olsun
-        hem maceraperest hem evcil olsun
-        dansetmeyi sevsin ama da bilsin…bilmiyorsa dansetmesin
-        salon erkegi olabildigi gibi, cadirda kaldiginda söylenmesin
-        dogayi, hayvanlari sevsin
Düzenli,tertipli olsun, çorabını oraya buraya atmasın, klozetin kapağını kapasın, bardağını mutfağa götürmeyi bilsin, evde ne nerdeyi de bilsin
-        ama evin işlerine didik didik karışmasın
-        ve de basit tamirlerden anlasın
-        ama anlamadığı tamirata da kalkışmasın
Nezle olduğunda, 3aylık ömrü kalmış gibi koltuğa serilmesin
-        ama biz kırk yılın başı yattığımızda, bir çorba yapmayı bilsin
-        senin için ne yapabilirim demeyi de.. şefkat göstermeyi de..
Gazete, kitap okusun, tarih bilsin, sanattan anlasın, müzik dinlesin…
-        ama bilgiçlik taslamasın, ukala olmasın
-        tüm bunlarla ilgilenirken, biz seslendiğimizde bizi duysun, konu ne kadar ilginç ve de heyecanlı olursa olsun..
ve aynı şekilde telefonda konuşurken de, tabletlerinde coook mesgulken de, tv de maç veya haber  izlerken de birşey söylediğimizde  duysun,..yani bizi hep duysun..e biz nasıl duyuyoruz herşeyi canım?

Liste uzun… sonuç olarak;
Bizi anlasın… yanlış anlamasın, doğru anlasın, ne istediğimizi gözlerimizden okusa mutluluktan ölürüz de, konuştuğumuzda anlaşılalım yeter..

Burda bir erkeğin sorusu;
- E sen demedin mi, bazen biz bile anlamıyoruz kendimizi?
- ben öyle bir sey mi dedim? Ne var anlamiycak, ne kadar basit anlattim …

Beyler, siz dert etmeyin, hayatımıza girdiyseniz biz sizleri bu halinizle seviyoruz, ama çekiştirmeyi, biraz da vıdı etmeyi de seviyoruz işte..Eh sız de bizi böyle sevmişiniz zaten…

Hepinize keyifli ve aşk dolu bir yıl diliyorum








31 Aralık 2013 Salı

Saçılsın güzel umutlar havaya


 
Umut güzeldir…yüreğini ısıtır insanın, tohumdur o yüreğimizde;yeşermesini, çiçeklenip dallanmasını dilediğimiz..
Sıcacık sarar, ısıtırız onu içimizde..ve her yeni başlangıçta, üfleriz onu avuçlarımızdan önümüzdeki boş tarlaya, tutsun dilekleriyle..

Ama önce tarlayı hazırlamak gerekir, taştan, yabancı ottan arındırmak..uğraş ister o tohumu serpmek, her boş toprakta tutmaz işte. Kimi killi sever kimi kumlu, kimi çok nemli ister kimi kuru..bilmek gerekir.
Atıp tarlaya dönemeyiz arkamızı, elimiz, gözümüz, yüreğimiz üstünde olmalıdır artık, topraktan basını çıkarana dek, boy verene dek, rüzgarda salınmaya başlayana dek…üzüntüsü üzüntümüz, sevinci sevincimiz olur, düşmanı da düşmanımız..
Eh bir de tabiat ana esirgemezse güneşini yağmurunu, el veririse o tohuma..eylülde güzel bir hasat bekler bizi..

2013 te hazırladığımız tarlaya savuracağız 2014 un verimli tohumlarını…


Eylülde güzel bir hasat zamanı yaşamak dileğiyle, sofralarımız mutlu türkülerle, kahkahalarla, yeni tohumların hazırlığıyla şenlensin, başarılara, sağlığa, huzura ve yeni umutlara kalksın kadehler…üfleyin hadi tohumlarınızı…

Bereketli gelsin 2014!








6 Aralık 2013 Cuma

Aziz Nikola Noel Baba’ya karşı


Noel Baba ve Aziz Nikola arasındaki yasanan bu rekabet çok da umurunda değil aslinda çocukların. Onlar, bu büyülü masala sonuna kadar inanmak istiyorlar. Benim gibi bazıları 
da hala inanmaya devam ediyor..


Oğlumun Noel Baba’yla olan iki hikayesi aklımda… ilki; 4 yasında, tüm kalbiyle dilediği fotoğraf makinasının hediye paketinden çıkması üzerine kendi kendine, müthiş bir mutluluk duygusuyla söylediği „duymusss beni…“ ile ifade ettiği Noel Baba’ya karşı duyduğu hayranlık..diğeri ise, 6 yasında, çok dilediği tren seti için; „belki de Noel Baba’nın yükü ağır, getiremiyebilir“ sözümün arkasında yatan gerçeği, okulda öğrenmesi ve eve –belki de hayatının ilk- hayalkırıklığı ile gelmesi..“Noel Baba yokmuş! Sen alıyormusun herşeyi, o yüzden tren setim gelemiyor anladım şimdi“…

Önemli olan, hayallerini gerçekleştirecek olana inanma mutluluğu…
Ve ne kadar büyüsek de hala içimizde bir yerlerde  mucizelere inanma arzusu..
Belki de o yüzden başka bir büyüsü var hala şu Aralık ayının…

O yüzden kırk baharatın buluştuğu çorba misali şu noel denen dönem… Pagan kültüründen günümüz ticaret kültürünün bir sentezidir bugün elimizdeki elma şekeri tadındaki Noel Baba..

Paganların Zeusu, Tanrı Odin’in uçan atı için şeker ve havuç bırakır küçük çocuklar kapılarının önüne, o da karşılığında minik hediyeler çocuklar için..

4. yy da yaşamış olan Myra’lı (Bugün Demre) Aziz Nicola ise çocukların, düşkünlerin ve denizcilerin koruyucusu olarak nam salar.. Hakkında sayısız efsane, rivayet olan Nikola, „iyilik ve medeni cesaret“in temsilidir tüm bu anlatılarda.. Bir şekilde, Tanrı’nın merhametli elinin uzantısıdır yeryüzünde..
6 Aralık 343 de ölür Aziz Nikola.. Kiliseye gömülü kemiklerini Bari’ye kaçıran korsanlar, farkında olmadan, onu dünyaya tanıtmanın ilk adımını atmış olurlar. Bari önce bir hac mekanı olurken, Aziz Nikola’nın da ünü Avrupa’ya yayılmaya başlar.Ve onun adını, iyiliklerini yaşatma adına, 6 Aralık çocuklara hediye dağıtılan bir gün olarak kutlanmaya başlanır Orta Avrupa’da.. Çok uzun yıllar, Noel Baba’ya rolü kaptırmadan tamamen ona aittir çocukların renkli hayallerinin baş aktörü olmak. Çocuklara hediye dağıtılan tek gündür, Aziz Nikola günü..Ayakkabılar temizlenir, içine biriki kurabiye konup bırakılır kapının önüne..Hani bir zamanlar Odin için bırakıldığı gibi..
Noel ise, henüz sadece kiliselerde yapılan ciddi bir kutlamadır.

18. yy da roller değişmeye başlar… Noel zamanı, rolü kapar ve artık hediyeler bu zamanda verilmeye başlanır. Çocuklar elbette bu biriki haftalık değişimi pek farkedemezler…Zira hala, uyandıklarında hayallerinin gerçekleşmesi umuduyla gitmektedirler yataklarına.. Rolü kimin üstlendiğiyle ilgilenmezler elbet:)

17.yy da Amerika’ya göç eden Hollandalılar, o zamanın Nieuw Amsterdam’ı bugünün New York’una yanlarında „Sint Nicolaaş“ larıyla giderler. Amerikalılar pek bi beğenir, benimser  bu figürü. Ve zaman geçer, Myra’dan çıkan Aziz Nikola, Atlantik üzerinden Santa Claus olarak dönüş yapar Avrupa’ya…
Artık Akdeniz’in yardımsever, koruyucu azizi, Kuzey Kutbu’nda ren geyikleriyle yaşayan, yıl boyu çocuklara hediye hazırlayan tonton bir dededir.

Bu konuya son damgayı da Coca Cola vurur…O zamana kadar, ne bulduysa onu giyen Noel Baba, reklam işlerini yürüten Stundblom’un elinde son kreasyonuna kavuşur. Artık, Coca Cola’nın renklerini taşıyacak ve onun reklam yüzü olacaktır. Yüklü bir ücret aldığı kesin, yoksa  çocukların her sene inanılmaz ölçüde pahalanan hediyeleriyle basa çıkamazdı laf aramizda :)

Artık, o Aralık ayının vazgeçilmez yüzü..Dünyanın her yerinde sene sonunda onun gelişini bekliyor çocuklar.

Ama Avusturya’da hala Aziz Nikola,  Amerika’ya gittikten sonra geçmişini unutan Noel Baba’yı kendi halinde bırakıp, her sene 6 Aralıkta çocukları ziyaretine devam ediyor. Çocuklara, bu güzel dönemde, „verme“nin güzelliğini anlatmaya çalışıyor, çoğunun „alma“nın mutluluğuyla büyüdüğü çağımızda.

Ha unutmadan sadece uslu çocuklara, eğer sene boyunca uslu durmadıysanız o zaman yanıdaki kara cüppeli hizmetkarı Rüpecht’ın hışmına uğrayabilirsiniz, Avusturya’daki adıyla Krampus’un..

Umarim bugün size de ugrar Nikolaus..:)








29 Kasım 2013 Cuma

Taş Devri erkeği

Küçüktüm, bir taş devri karikatürü çıkmıştı karşıma dergilerden birinde..tuhaf gelmiş aklıma kazınmıştı her çizgisi….Ama sonradan farkedecektim ki bu sık tekrarlanan, bildik bir karikatürdü aslında…
Erkek, bir elinde sopa niyetine kullandığı dinazor kemiği, diğer elinde de uzun saçlarından, yerde peşi sıra sürüdüğü kadın..

 
Adamın yüzünde herhangi bir duygunun izi pek yok, daha ziyade yapması gerekeni yapıyor olmanın sükûneti, ama kadın (ki tuhaf gelen de buydu).. yerde sürüklenen kadının yüzünde ne bir acı ne bir kurtulma çabası..tam tersine mutlu bir ifade…

Gerçekten Taş Devri insanları böyle mi yaşıyorlardı? Bilemeyiz… ancak günümüz dünyasında durum çok değişikmişcesine, bu davranış biçimini sadece Taş Devri erkeğine mal etmek nasıl bir kendini bilmezliktir…?

Şöyle desek daha doğru olmaz mı? Binlerce canlıyı cansızı şekilden şekile sokan Evrim denen döngü, bazı erkeklerin yanına hiç uğramadı ve onlar Taş Devri beyinleriyle hala aramızda, her yerde  her alanda…
Üstelik hiç bir ekonomik sınıf, eğitimli eğitimsiz, yaşlı genç, din,dil,ırk, kültür ayırımı gözetmeden.
Onlar için kadın, hala saçından sürükleyip götüreceği ele geçirilmiş ganimet…  yasam alani ise , topuzuyla yere sermesi gereken düşmanlarla dolu bir cevre.

O yüzden küfürleri yekten kadınla, anayla başlıyor, o yüzden asla sinirine/nefsine/eline/diline/beline  hakim olamıyor, o yüzden hala savaslar var ve bu savaşların en korkunç mağduru tecavüz ve işkencelerle çocuklar ve kadınlar oluyor, o yüzden tüm dünyada kadın cinayetlerinin  %50 sinden çoğu eski/şimdiki koca, sevgilinin elinden çıkıyor, o yüzden hala dünyada kadın satışı geçerli bir ticari meta…

Her yerdeler ve soyları hiç tükenmiyor. Ama elbette daha iyi serpilip geliştikleri ve cok daha rahat yasadiklari topraklar var digerlerine kıyasla…

Çünkü o topraklar ona kendini dogal ortaminda hissettiriyor, elinde topuzu gezmesini dogal ortam  görüntüsü sayiyor ve elbette ganimetini daha bir sıkı zincirliyor onun için…

Ve onlar da;
Gizlemeden saklamadan; evde, yolda, iş yerinde, okulda, hastanede, din kisvesi altında fiziksel, ruhsal,cinsel taciz edebiliyor ve suçlanan her zaman mağdurun kendisi oluyor. Sessiz olmaya, ses çıkarmamaya şartlandırılıyor bu oyundan nasibini alan kurbanlar… Aile içiyse  “kol kırılır yen içinde kalır”,"aile birligi bozulmasin" "yerin kocanin yanidir" aile dışıysa adın “kirlenmesin“ „e sen de kaşınmışsın, dişi kuyruk sallamazsa“...oluyor susturucunun adı bu topraklarda…
Ahlak ve töre kuralları adı altında gelişen sessiz anayasanın kurallarını bozmak ancak yürek yakan çığlıklarla ödetiliyor. Ve o çığlıklar kambur bir miras olarak geçiyor doğacak kıza…duymamak için çığlıkları, daha bir lâl oluyor dilleri yeni yetmelerin..
Yolu iyilik, güzellik, doğruluk olan din, onların bölgesine girdiğinde bambaşka bir görüntüyle çıkıyor ortaya. Yakan, yıkan, yasaklayan, öldüren…
Ganimeti, on paraya, iki ineğe değişmek hep ağzının suyunu akıtıyor. Bu yüzden daha genç kızlığına bile girmemiş kızını, ağzından aka aka salyası, veriyor diğer ağzı salyalı taş devri mahlukatına… Çıkamıyor boğulup kalıyor o küçüğün boğazında çığlıklar, kimininse sesi hepten kesiliveriyor kaldıramadığı erken kadınlığın altında…
Kapatıyor dış dünyaya ganimetini, açmasın gözünü, anlamasın kendi zavallı geri kalmışlığını diye.
Ve karikatürdeki, “yerde mutlu sürüklenen kadın” şöyle büyütüyor taş devri bebesini, “aslan parçamsin, büyü sana istediğin kızı alicam, elini sallaşan ellisi oğlum sana…, kız dediğin senin elinin kiri…, erkeğe iş yaptırılmaz hizmet edilir… kalk kiz getir abinin yemeğini, sen bir geç gel de büksün abin, baban belini…, erkek adam dediğin döver de sever de…, git temizle namusumuzu, başımı yerde koma hakkımı helal etmem sana… diyor. Kızını da bebecikten hakkında en doğrusunu daima erkeğinin bileceğine ve ona kayıtsız şartsız itaat ve hizmete hazır ediyor.

Bu suyu oksijeni bol ortamda yetişen Taş Devri mahlukatları; koca, abi, işveren, öğretmen, hoca, avukat, savcı, hakim, memur, devlet yöneteni oluyorlar…
Ve alıyorlar ellerine topuzlarını indiriveriyorlar tüm şiddetiyle… hem kendini yok etmek isteyenin, hem de elbette en başta ganimetinin üzerine…

Onları bu amansız ilerlemelerinde durduracak, soylarını geriletecek olan gene de kadınlar.
İyiden, doğadan, sanattan beslenen kadınlar. Hayatı güzelleştiren kadınlar, gene daha güzel bir yaşamın hazırlayıcısı olacaklar.

Ama tam da bu nedenle, yollarında büyük engel teşkil eden sanata, en önemli düşmanına iniyor topuzlari her seferinde, her olduklari yerde…





28 Eylül 2013 Cumartesi

Günlerin hep bahar olsun, Bahar Ülkesi'nde...


Tanrıların dağı’nda Sarıkız’ın cennetinde yaşayan biri, nasıl ölüme inanabilir ki…
O sadece, cennetinde bahar ülkesine geçiş yaptı kendi deyimiyle…

" Bakın en çabuk Türkiye´de gömerler ölüyü.. .Ben ölüme inanmıyorum. Belki bahar ülkesine açılan kapıdır. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz...Nedir ki bu dünya? Daha bunu bile doğru dürüst yanıtlayamıyoruz ki , ölümün yok oluş olduğunu nereden bileceğiz? Şamanların yaptığı gibi. ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmleri ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim"

„Sende gitmişin bir köyde kendine saray yaptırmışsın, orada oturuyorsun” diyen çıkıyor. 76 yasındayım, evet öyle oturacağım. Senin de öyle oturmanı istiyorum. O boktan beton binanın içinde değil o yöreye uygun yapılmış, taş ya da kerpiç bir mimari içinde oturmanı istiyorum. Şenlik yapıyorum. Köylüden biri diyor ki; “Gendi gendini meşhur etmek için yapıyo bunları”. Ben halbuki Ferhan Şensoy’u getiriyorum tiyatro oynuyor. Cihat Aşkın gelip keman çalıyor, Sibel Köse caz yapıyor, Neşet Ertaş türküler söylüyor. Birlikte yaşamasını öğrenmeliyiz. Yaptığım toplantıları Sarıkız Abla için yapıyorum. Sarıkız kimdir? Hz. Ali’nin kızıdır. Peygamber efendimiz ‘iki oğlum, Hasan’la Hüseyin, şimdi bu kızı kıskanırlar’ diye verir Selman-ı Farisi’ye, “Al bu kızı Kaz Dağı’na götür” der. Kız 15-16 yasına gelince Selman-ı Farisi aşık olur kıza, “Allah’im beni bir gece olsun gençleştir” der ve hep birlikte gökyüzüne akarlar. O gün bugün Sarıkız dağın anasıdır. Ondan önce Kibele Ana vardı, dağın anasıydı.  Aeneaş Akhilleus’tan,  kaçarken “Dağın anasını da beraberimde götürdüm, o beni kurtardı” der. “Onun ağaçlarıyla gemimi yaptım, o medeniyeti Roma’ya götürdüm, Ana’mı da yanıma aldım”.
O ananın yerine Orta Asya’dan gelen Yörükler Sarıkız Abla’yı yanlarında getirdiler eskiden İda, şimdi Kaz  Dağlarına. Ve o Ana bereket yağdırdı.
Şimdi o bereketi kesiyorlar, siyanürle altın arıyorlar, Dağın Ana’sını ağlatmaya çalışıyorlar.“

Belki Sarıkız’la birlikte göklerdeki cennetden, baharin ülkesinden elele kurtarırsınız yeryüzü cennetini, cehennem zebanilerinin elinden… 
Günlerin hep bahar olsun cennetde....



8 Ağustos 2013 Perşembe

Hüzünlü ama umutlu bir bayram...



Bayram, sevinmek neşelenmek demektir, sevincin mutlululuğun tüm bir ulusu bir araya getirisidir bayram, mutlulukla kurulan, tüm ailenin, sevilenlerin biraraya geldiği sofralardır… Ramazan ayının akabinde, bir ay boyunca her türlü kötülükten, yalan dolandan, hırstan, kin ve nefretten, aç gözlülükten arındırmaya ugrastigimiz gönlümüze, ruhumuza bir mükafattır.

Öyle mi ya?...
Bir yana bakıyorum da, arınmış ruhları görmekte çok ama çok zorlanıyorum…
Diğer yana bakıyorum…evlerde matem havası…
Daha dün gencecik oğullarını toprağa yolladılar, diger evlerde çocuklar babalarına hasret… Neden ve ne ugruna belli olmadan..
Adaletin terazisi kaymış, yüreklerin şirazesi oynamış, belleklerimize acılar kazınmış..

Ama bayram aynı zamanda umut ve özlemdir, iyiye, doğruya, güzele…
Yeşeren umutlarımızın, bir sonra ki bayramda kök bulmuş olmasını diiyorum. 
Özlemim, bir arada, ulusça acılar yaşamadığımız, yaşatılmadığımız nice bayramları birarada yaşamaya..

Bu bayram, acı içinde girdiğimiz son bayram olsun, şeker gibi bayramlara çıkalım hep birlikte…



9 Temmuz 2013 Salı

Devletin Şefkatli Eli

Kimliklerin en kozmopolit yaşandığı Cihangir’de büyüdüm…
Nefreti hiç tanımadım büyürken…kimsenin kimliklerine, yaşam tarzına, kökenine göre ayrılışını yaşamadım. Tam tersine, çeşitliliğin mutluluğu ve zenginliğiyle büyüdüm.

Ama gene burada, devletin kendi halkına sevgi duymadığını öğreniyordum büyürken.. Onları 
şu ve bu diye devamlı ayrıştırdığını,  düşüneni, karşı çıkanı istemediğini, ev baskınlarını, usulsüz gözaltılarını…sessiz dillerle anlatılan gözyaşlarıyla dinlenen işkenceleri duyuyordum..

Ve  Cihangir’de, çocuk denecek yaşımda, devletin kendi halkına nefretini yaşadım…
Kanlı 1 Mayıs 1977 de halkın üzerine açılan ateşi, panzerlerin halkın üzerine yürüyüşünü, panik içinde Kazancı Yokuşu’ndan aşağı kaçıp kurtulmaya çalışırken birbirlerini ezenleri, çaresiz bir korkuyla evimizin önünden kaçanlari gördüm… Bu nefretin, çocukluk arkadaşımın gencecik, narin ablasını Kazancı Yokuşu'nda yok edişini gördüm… Ve o zaman da sorumluların sorumluluk almadığını, suçlu hiç kimsenin yakalanmadığını, tam tersine korunup kollandığını, akıl almaz aymazlığı gördüm.. Çok gençtim, geleceğe güvenle bakmak istediğim çağda, ilk o yaşımda, devletin, polisin gücünden korktum...

Zor yıllardı 70 li yıllar. Sağ ve sol diye keskin bir çizgiyle ayrıştırılmıştı gençlik.
Öylesine tırmandırılmıştı ki nefret, herkes tarafını seçmek zorundaydı bir şekilde… Çok canlar yandı, çok ailenin ciğerleri dağlandı.
Ve devletin bu nefreti nasıl körüklediğini, bu nefretten nasıl beslendiğini gördüm… Kendi insanlarının arasına nasıl kışkırtıcıları soktuğunu, olayları tırmandırdığını..

12 Eylül darbesindeki cadı avını, nefretin korkunç yüzünü kaçıncı kere yeniden gördüm. 17 yasındaki bir çocuk için „asmayalım da besleyelim mi“ diyen vahşi nefreti…

Okumak için Viyana’ya geldikten sonra, ülkenin batısının hiç tanımadığı başka bir nefreti tanıdım. Basının hiç bir sayfasında yer vermediği doğu gerçeğine Viyana’ya geldikten sonra aşina olmaya başladım. Devlet ülkenin doğusundan da nefret ediyordu. Bu sefer nefret tohumları Türk-Kürt ayrımcılığında filizleniyordu. Ve gene binlerce ailenin yüreğini yaktı bu nefret…

Nihayet, kapalı-açık, türbanlı-türbansız, laik-antilaik cephelendirmesi..bu kışkırtmalar üzerinden kazanılan „başarılar“.. Yıllar geçse silinemiyecek en korkunç tarihlerden 2 Temmuz 1993… Nefretin vardığı son nokta… İnsanların canlı canlı ateşe verilmesini kışkırtmak, onaylamak…

Devletin „şefkatli elini“ hep üzerinde hissetti bu ülke…

Ama bu seferki biraz daha agir sanki… Bu sefer, sağcı-solcu, Türk-Kürt, açık-kapalı, ayrımcılığının ötesinde..ya biat edensin ya etmeyen diye ilk defa ayrılıyor Türkiye… İlk defa devlet, ya bendensin ya değilsin diyor..

İnsanların canlı canlı ölüme terk edilişinin zaman aşımından düşmesine „hayırlı olsun diyebiliyor…

Polisin şiddeti yeni bir olay değil Türkiye’de, göstericilerin dövülüp tartaklanması, gözaltında taciz her dönem acısı, en büyük utançlarından Türkiye’nin… 
Ama çoluk çocuk, kadın, yaşlı, engelli  demeden uygulanan bu şiddetin, bu zulmün, bu zulümle ölen gencecik canların, kaybedilen organların „destan“ olarak adlandırılması bir ilk..

Sokağa çıkma yasaklarını da yaşadık ama insanlara yaşadıkları şehirlerin toptan yasaklanması bir ilk…
Sevgiye, mizaha,sanata, şarkılı türkülü gösteriye tahammülsüzlük bir ilk..
Piyanodan bile korkup tutuklamak bir ilk…

Provokatörlerin nasıl halk yığınlarını birbirine kırdırmak için programlanıp ortaya salındığını gördük ama devletin bizzat aleni provokatörlük yaptığını ilk kez..

Biat etmeyenler için ilk defa bir hapishane kuruldu bu ülkede..Adaletin, hukukun yolunun düşmediği uzaklara bir yere…
Biat etmeyenlere, şiddetin dozunun yetmemesi, daha fazla gaz, daha fazla biber gazi, daha fazla polis donanımı, hatta polis gücünü dahi yeterli bulmayıp, eli palalı, döner bıçaklı vahşilere yolları açmak nefretin dozunun artık sınır tanımaz boyuta ulaşmış olduğunun göstergesi…

Ve ben merak ediyorum.. Yıllar yılı nefret saçanlar, bu nefrete yataklık edenler, alet olanlar, alkışlayanlar, seyirci kalanlar!
Soruyorum nasıl giriyorsunuz yataklarınıza, nasıl kapanabiliyor gözleriniz huzurla akşamları, nasıl bakabiliyorsunuz aynaya kalkınca, nasıl bakıyorsunuz analarınızın çocuklarınızın yüzüne siz? hala ağzınızın tadı var mı?..oysa acıdır nefretin tadı, hiç mi yakmıyor sizi, hala böylesine rahat gülebiliyorsunuz..

Biliyorum siz daha iyi bilirsiniz dini hepimizden… 
Ramazan, arınma ayıdır, tüm kötülüklerden, nefretten… 

Arınabilir mi ruhlarınız nefretten? Arınabilir mi vicdanınız yüklerinden? Sadece kendinize verebilir misiniz cevabini?