31 Aralık 2013 Salı

Saçılsın güzel umutlar havaya


 
Umut güzeldir…yüreğini ısıtır insanın, tohumdur o yüreğimizde;yeşermesini, çiçeklenip dallanmasını dilediğimiz..
Sıcacık sarar, ısıtırız onu içimizde..ve her yeni başlangıçta, üfleriz onu avuçlarımızdan önümüzdeki boş tarlaya, tutsun dilekleriyle..

Ama önce tarlayı hazırlamak gerekir, taştan, yabancı ottan arındırmak..uğraş ister o tohumu serpmek, her boş toprakta tutmaz işte. Kimi killi sever kimi kumlu, kimi çok nemli ister kimi kuru..bilmek gerekir.
Atıp tarlaya dönemeyiz arkamızı, elimiz, gözümüz, yüreğimiz üstünde olmalıdır artık, topraktan basını çıkarana dek, boy verene dek, rüzgarda salınmaya başlayana dek…üzüntüsü üzüntümüz, sevinci sevincimiz olur, düşmanı da düşmanımız..
Eh bir de tabiat ana esirgemezse güneşini yağmurunu, el veririse o tohuma..eylülde güzel bir hasat bekler bizi..

2013 te hazırladığımız tarlaya savuracağız 2014 un verimli tohumlarını…


Eylülde güzel bir hasat zamanı yaşamak dileğiyle, sofralarımız mutlu türkülerle, kahkahalarla, yeni tohumların hazırlığıyla şenlensin, başarılara, sağlığa, huzura ve yeni umutlara kalksın kadehler…üfleyin hadi tohumlarınızı…

Bereketli gelsin 2014!








6 Aralık 2013 Cuma

Aziz Nikola Noel Baba’ya karşı


Noel Baba ve Aziz Nikola arasındaki yasanan bu rekabet çok da umurunda değil aslinda çocukların. Onlar, bu büyülü masala sonuna kadar inanmak istiyorlar. Benim gibi bazıları 
da hala inanmaya devam ediyor..


Oğlumun Noel Baba’yla olan iki hikayesi aklımda… ilki; 4 yasında, tüm kalbiyle dilediği fotoğraf makinasının hediye paketinden çıkması üzerine kendi kendine, müthiş bir mutluluk duygusuyla söylediği „duymusss beni…“ ile ifade ettiği Noel Baba’ya karşı duyduğu hayranlık..diğeri ise, 6 yasında, çok dilediği tren seti için; „belki de Noel Baba’nın yükü ağır, getiremiyebilir“ sözümün arkasında yatan gerçeği, okulda öğrenmesi ve eve –belki de hayatının ilk- hayalkırıklığı ile gelmesi..“Noel Baba yokmuş! Sen alıyormusun herşeyi, o yüzden tren setim gelemiyor anladım şimdi“…

Önemli olan, hayallerini gerçekleştirecek olana inanma mutluluğu…
Ve ne kadar büyüsek de hala içimizde bir yerlerde  mucizelere inanma arzusu..
Belki de o yüzden başka bir büyüsü var hala şu Aralık ayının…

O yüzden kırk baharatın buluştuğu çorba misali şu noel denen dönem… Pagan kültüründen günümüz ticaret kültürünün bir sentezidir bugün elimizdeki elma şekeri tadındaki Noel Baba..

Paganların Zeusu, Tanrı Odin’in uçan atı için şeker ve havuç bırakır küçük çocuklar kapılarının önüne, o da karşılığında minik hediyeler çocuklar için..

4. yy da yaşamış olan Myra’lı (Bugün Demre) Aziz Nicola ise çocukların, düşkünlerin ve denizcilerin koruyucusu olarak nam salar.. Hakkında sayısız efsane, rivayet olan Nikola, „iyilik ve medeni cesaret“in temsilidir tüm bu anlatılarda.. Bir şekilde, Tanrı’nın merhametli elinin uzantısıdır yeryüzünde..
6 Aralık 343 de ölür Aziz Nikola.. Kiliseye gömülü kemiklerini Bari’ye kaçıran korsanlar, farkında olmadan, onu dünyaya tanıtmanın ilk adımını atmış olurlar. Bari önce bir hac mekanı olurken, Aziz Nikola’nın da ünü Avrupa’ya yayılmaya başlar.Ve onun adını, iyiliklerini yaşatma adına, 6 Aralık çocuklara hediye dağıtılan bir gün olarak kutlanmaya başlanır Orta Avrupa’da.. Çok uzun yıllar, Noel Baba’ya rolü kaptırmadan tamamen ona aittir çocukların renkli hayallerinin baş aktörü olmak. Çocuklara hediye dağıtılan tek gündür, Aziz Nikola günü..Ayakkabılar temizlenir, içine biriki kurabiye konup bırakılır kapının önüne..Hani bir zamanlar Odin için bırakıldığı gibi..
Noel ise, henüz sadece kiliselerde yapılan ciddi bir kutlamadır.

18. yy da roller değişmeye başlar… Noel zamanı, rolü kapar ve artık hediyeler bu zamanda verilmeye başlanır. Çocuklar elbette bu biriki haftalık değişimi pek farkedemezler…Zira hala, uyandıklarında hayallerinin gerçekleşmesi umuduyla gitmektedirler yataklarına.. Rolü kimin üstlendiğiyle ilgilenmezler elbet:)

17.yy da Amerika’ya göç eden Hollandalılar, o zamanın Nieuw Amsterdam’ı bugünün New York’una yanlarında „Sint Nicolaaş“ larıyla giderler. Amerikalılar pek bi beğenir, benimser  bu figürü. Ve zaman geçer, Myra’dan çıkan Aziz Nikola, Atlantik üzerinden Santa Claus olarak dönüş yapar Avrupa’ya…
Artık Akdeniz’in yardımsever, koruyucu azizi, Kuzey Kutbu’nda ren geyikleriyle yaşayan, yıl boyu çocuklara hediye hazırlayan tonton bir dededir.

Bu konuya son damgayı da Coca Cola vurur…O zamana kadar, ne bulduysa onu giyen Noel Baba, reklam işlerini yürüten Stundblom’un elinde son kreasyonuna kavuşur. Artık, Coca Cola’nın renklerini taşıyacak ve onun reklam yüzü olacaktır. Yüklü bir ücret aldığı kesin, yoksa  çocukların her sene inanılmaz ölçüde pahalanan hediyeleriyle basa çıkamazdı laf aramizda :)

Artık, o Aralık ayının vazgeçilmez yüzü..Dünyanın her yerinde sene sonunda onun gelişini bekliyor çocuklar.

Ama Avusturya’da hala Aziz Nikola,  Amerika’ya gittikten sonra geçmişini unutan Noel Baba’yı kendi halinde bırakıp, her sene 6 Aralıkta çocukları ziyaretine devam ediyor. Çocuklara, bu güzel dönemde, „verme“nin güzelliğini anlatmaya çalışıyor, çoğunun „alma“nın mutluluğuyla büyüdüğü çağımızda.

Ha unutmadan sadece uslu çocuklara, eğer sene boyunca uslu durmadıysanız o zaman yanıdaki kara cüppeli hizmetkarı Rüpecht’ın hışmına uğrayabilirsiniz, Avusturya’daki adıyla Krampus’un..

Umarim bugün size de ugrar Nikolaus..:)








29 Kasım 2013 Cuma

Taş Devri erkeği

Küçüktüm, bir taş devri karikatürü çıkmıştı karşıma dergilerden birinde..tuhaf gelmiş aklıma kazınmıştı her çizgisi….Ama sonradan farkedecektim ki bu sık tekrarlanan, bildik bir karikatürdü aslında…
Erkek, bir elinde sopa niyetine kullandığı dinazor kemiği, diğer elinde de uzun saçlarından, yerde peşi sıra sürüdüğü kadın..

 
Adamın yüzünde herhangi bir duygunun izi pek yok, daha ziyade yapması gerekeni yapıyor olmanın sükûneti, ama kadın (ki tuhaf gelen de buydu).. yerde sürüklenen kadının yüzünde ne bir acı ne bir kurtulma çabası..tam tersine mutlu bir ifade…

Gerçekten Taş Devri insanları böyle mi yaşıyorlardı? Bilemeyiz… ancak günümüz dünyasında durum çok değişikmişcesine, bu davranış biçimini sadece Taş Devri erkeğine mal etmek nasıl bir kendini bilmezliktir…?

Şöyle desek daha doğru olmaz mı? Binlerce canlıyı cansızı şekilden şekile sokan Evrim denen döngü, bazı erkeklerin yanına hiç uğramadı ve onlar Taş Devri beyinleriyle hala aramızda, her yerde  her alanda…
Üstelik hiç bir ekonomik sınıf, eğitimli eğitimsiz, yaşlı genç, din,dil,ırk, kültür ayırımı gözetmeden.
Onlar için kadın, hala saçından sürükleyip götüreceği ele geçirilmiş ganimet…  yasam alani ise , topuzuyla yere sermesi gereken düşmanlarla dolu bir cevre.

O yüzden küfürleri yekten kadınla, anayla başlıyor, o yüzden asla sinirine/nefsine/eline/diline/beline  hakim olamıyor, o yüzden hala savaslar var ve bu savaşların en korkunç mağduru tecavüz ve işkencelerle çocuklar ve kadınlar oluyor, o yüzden tüm dünyada kadın cinayetlerinin  %50 sinden çoğu eski/şimdiki koca, sevgilinin elinden çıkıyor, o yüzden hala dünyada kadın satışı geçerli bir ticari meta…

Her yerdeler ve soyları hiç tükenmiyor. Ama elbette daha iyi serpilip geliştikleri ve cok daha rahat yasadiklari topraklar var digerlerine kıyasla…

Çünkü o topraklar ona kendini dogal ortaminda hissettiriyor, elinde topuzu gezmesini dogal ortam  görüntüsü sayiyor ve elbette ganimetini daha bir sıkı zincirliyor onun için…

Ve onlar da;
Gizlemeden saklamadan; evde, yolda, iş yerinde, okulda, hastanede, din kisvesi altında fiziksel, ruhsal,cinsel taciz edebiliyor ve suçlanan her zaman mağdurun kendisi oluyor. Sessiz olmaya, ses çıkarmamaya şartlandırılıyor bu oyundan nasibini alan kurbanlar… Aile içiyse  “kol kırılır yen içinde kalır”,"aile birligi bozulmasin" "yerin kocanin yanidir" aile dışıysa adın “kirlenmesin“ „e sen de kaşınmışsın, dişi kuyruk sallamazsa“...oluyor susturucunun adı bu topraklarda…
Ahlak ve töre kuralları adı altında gelişen sessiz anayasanın kurallarını bozmak ancak yürek yakan çığlıklarla ödetiliyor. Ve o çığlıklar kambur bir miras olarak geçiyor doğacak kıza…duymamak için çığlıkları, daha bir lâl oluyor dilleri yeni yetmelerin..
Yolu iyilik, güzellik, doğruluk olan din, onların bölgesine girdiğinde bambaşka bir görüntüyle çıkıyor ortaya. Yakan, yıkan, yasaklayan, öldüren…
Ganimeti, on paraya, iki ineğe değişmek hep ağzının suyunu akıtıyor. Bu yüzden daha genç kızlığına bile girmemiş kızını, ağzından aka aka salyası, veriyor diğer ağzı salyalı taş devri mahlukatına… Çıkamıyor boğulup kalıyor o küçüğün boğazında çığlıklar, kimininse sesi hepten kesiliveriyor kaldıramadığı erken kadınlığın altında…
Kapatıyor dış dünyaya ganimetini, açmasın gözünü, anlamasın kendi zavallı geri kalmışlığını diye.
Ve karikatürdeki, “yerde mutlu sürüklenen kadın” şöyle büyütüyor taş devri bebesini, “aslan parçamsin, büyü sana istediğin kızı alicam, elini sallaşan ellisi oğlum sana…, kız dediğin senin elinin kiri…, erkeğe iş yaptırılmaz hizmet edilir… kalk kiz getir abinin yemeğini, sen bir geç gel de büksün abin, baban belini…, erkek adam dediğin döver de sever de…, git temizle namusumuzu, başımı yerde koma hakkımı helal etmem sana… diyor. Kızını da bebecikten hakkında en doğrusunu daima erkeğinin bileceğine ve ona kayıtsız şartsız itaat ve hizmete hazır ediyor.

Bu suyu oksijeni bol ortamda yetişen Taş Devri mahlukatları; koca, abi, işveren, öğretmen, hoca, avukat, savcı, hakim, memur, devlet yöneteni oluyorlar…
Ve alıyorlar ellerine topuzlarını indiriveriyorlar tüm şiddetiyle… hem kendini yok etmek isteyenin, hem de elbette en başta ganimetinin üzerine…

Onları bu amansız ilerlemelerinde durduracak, soylarını geriletecek olan gene de kadınlar.
İyiden, doğadan, sanattan beslenen kadınlar. Hayatı güzelleştiren kadınlar, gene daha güzel bir yaşamın hazırlayıcısı olacaklar.

Ama tam da bu nedenle, yollarında büyük engel teşkil eden sanata, en önemli düşmanına iniyor topuzlari her seferinde, her olduklari yerde…





28 Eylül 2013 Cumartesi

Günlerin hep bahar olsun, Bahar Ülkesi'nde...


Tanrıların dağı’nda Sarıkız’ın cennetinde yaşayan biri, nasıl ölüme inanabilir ki…
O sadece, cennetinde bahar ülkesine geçiş yaptı kendi deyimiyle…

" Bakın en çabuk Türkiye´de gömerler ölüyü.. .Ben ölüme inanmıyorum. Belki bahar ülkesine açılan kapıdır. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz...Nedir ki bu dünya? Daha bunu bile doğru dürüst yanıtlayamıyoruz ki , ölümün yok oluş olduğunu nereden bileceğiz? Şamanların yaptığı gibi. ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmleri ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim"

„Sende gitmişin bir köyde kendine saray yaptırmışsın, orada oturuyorsun” diyen çıkıyor. 76 yasındayım, evet öyle oturacağım. Senin de öyle oturmanı istiyorum. O boktan beton binanın içinde değil o yöreye uygun yapılmış, taş ya da kerpiç bir mimari içinde oturmanı istiyorum. Şenlik yapıyorum. Köylüden biri diyor ki; “Gendi gendini meşhur etmek için yapıyo bunları”. Ben halbuki Ferhan Şensoy’u getiriyorum tiyatro oynuyor. Cihat Aşkın gelip keman çalıyor, Sibel Köse caz yapıyor, Neşet Ertaş türküler söylüyor. Birlikte yaşamasını öğrenmeliyiz. Yaptığım toplantıları Sarıkız Abla için yapıyorum. Sarıkız kimdir? Hz. Ali’nin kızıdır. Peygamber efendimiz ‘iki oğlum, Hasan’la Hüseyin, şimdi bu kızı kıskanırlar’ diye verir Selman-ı Farisi’ye, “Al bu kızı Kaz Dağı’na götür” der. Kız 15-16 yasına gelince Selman-ı Farisi aşık olur kıza, “Allah’im beni bir gece olsun gençleştir” der ve hep birlikte gökyüzüne akarlar. O gün bugün Sarıkız dağın anasıdır. Ondan önce Kibele Ana vardı, dağın anasıydı.  Aeneaş Akhilleus’tan,  kaçarken “Dağın anasını da beraberimde götürdüm, o beni kurtardı” der. “Onun ağaçlarıyla gemimi yaptım, o medeniyeti Roma’ya götürdüm, Ana’mı da yanıma aldım”.
O ananın yerine Orta Asya’dan gelen Yörükler Sarıkız Abla’yı yanlarında getirdiler eskiden İda, şimdi Kaz  Dağlarına. Ve o Ana bereket yağdırdı.
Şimdi o bereketi kesiyorlar, siyanürle altın arıyorlar, Dağın Ana’sını ağlatmaya çalışıyorlar.“

Belki Sarıkız’la birlikte göklerdeki cennetden, baharin ülkesinden elele kurtarırsınız yeryüzü cennetini, cehennem zebanilerinin elinden… 
Günlerin hep bahar olsun cennetde....



8 Ağustos 2013 Perşembe

Hüzünlü ama umutlu bir bayram...



Bayram, sevinmek neşelenmek demektir, sevincin mutlululuğun tüm bir ulusu bir araya getirisidir bayram, mutlulukla kurulan, tüm ailenin, sevilenlerin biraraya geldiği sofralardır… Ramazan ayının akabinde, bir ay boyunca her türlü kötülükten, yalan dolandan, hırstan, kin ve nefretten, aç gözlülükten arındırmaya ugrastigimiz gönlümüze, ruhumuza bir mükafattır.

Öyle mi ya?...
Bir yana bakıyorum da, arınmış ruhları görmekte çok ama çok zorlanıyorum…
Diğer yana bakıyorum…evlerde matem havası…
Daha dün gencecik oğullarını toprağa yolladılar, diger evlerde çocuklar babalarına hasret… Neden ve ne ugruna belli olmadan..
Adaletin terazisi kaymış, yüreklerin şirazesi oynamış, belleklerimize acılar kazınmış..

Ama bayram aynı zamanda umut ve özlemdir, iyiye, doğruya, güzele…
Yeşeren umutlarımızın, bir sonra ki bayramda kök bulmuş olmasını diiyorum. 
Özlemim, bir arada, ulusça acılar yaşamadığımız, yaşatılmadığımız nice bayramları birarada yaşamaya..

Bu bayram, acı içinde girdiğimiz son bayram olsun, şeker gibi bayramlara çıkalım hep birlikte…



9 Temmuz 2013 Salı

Devletin Şefkatli Eli

Kimliklerin en kozmopolit yaşandığı Cihangir’de büyüdüm…
Nefreti hiç tanımadım büyürken…kimsenin kimliklerine, yaşam tarzına, kökenine göre ayrılışını yaşamadım. Tam tersine, çeşitliliğin mutluluğu ve zenginliğiyle büyüdüm.

Ama gene burada, devletin kendi halkına sevgi duymadığını öğreniyordum büyürken.. Onları 
şu ve bu diye devamlı ayrıştırdığını,  düşüneni, karşı çıkanı istemediğini, ev baskınlarını, usulsüz gözaltılarını…sessiz dillerle anlatılan gözyaşlarıyla dinlenen işkenceleri duyuyordum..

Ve  Cihangir’de, çocuk denecek yaşımda, devletin kendi halkına nefretini yaşadım…
Kanlı 1 Mayıs 1977 de halkın üzerine açılan ateşi, panzerlerin halkın üzerine yürüyüşünü, panik içinde Kazancı Yokuşu’ndan aşağı kaçıp kurtulmaya çalışırken birbirlerini ezenleri, çaresiz bir korkuyla evimizin önünden kaçanlari gördüm… Bu nefretin, çocukluk arkadaşımın gencecik, narin ablasını Kazancı Yokuşu'nda yok edişini gördüm… Ve o zaman da sorumluların sorumluluk almadığını, suçlu hiç kimsenin yakalanmadığını, tam tersine korunup kollandığını, akıl almaz aymazlığı gördüm.. Çok gençtim, geleceğe güvenle bakmak istediğim çağda, ilk o yaşımda, devletin, polisin gücünden korktum...

Zor yıllardı 70 li yıllar. Sağ ve sol diye keskin bir çizgiyle ayrıştırılmıştı gençlik.
Öylesine tırmandırılmıştı ki nefret, herkes tarafını seçmek zorundaydı bir şekilde… Çok canlar yandı, çok ailenin ciğerleri dağlandı.
Ve devletin bu nefreti nasıl körüklediğini, bu nefretten nasıl beslendiğini gördüm… Kendi insanlarının arasına nasıl kışkırtıcıları soktuğunu, olayları tırmandırdığını..

12 Eylül darbesindeki cadı avını, nefretin korkunç yüzünü kaçıncı kere yeniden gördüm. 17 yasındaki bir çocuk için „asmayalım da besleyelim mi“ diyen vahşi nefreti…

Okumak için Viyana’ya geldikten sonra, ülkenin batısının hiç tanımadığı başka bir nefreti tanıdım. Basının hiç bir sayfasında yer vermediği doğu gerçeğine Viyana’ya geldikten sonra aşina olmaya başladım. Devlet ülkenin doğusundan da nefret ediyordu. Bu sefer nefret tohumları Türk-Kürt ayrımcılığında filizleniyordu. Ve gene binlerce ailenin yüreğini yaktı bu nefret…

Nihayet, kapalı-açık, türbanlı-türbansız, laik-antilaik cephelendirmesi..bu kışkırtmalar üzerinden kazanılan „başarılar“.. Yıllar geçse silinemiyecek en korkunç tarihlerden 2 Temmuz 1993… Nefretin vardığı son nokta… İnsanların canlı canlı ateşe verilmesini kışkırtmak, onaylamak…

Devletin „şefkatli elini“ hep üzerinde hissetti bu ülke…

Ama bu seferki biraz daha agir sanki… Bu sefer, sağcı-solcu, Türk-Kürt, açık-kapalı, ayrımcılığının ötesinde..ya biat edensin ya etmeyen diye ilk defa ayrılıyor Türkiye… İlk defa devlet, ya bendensin ya değilsin diyor..

İnsanların canlı canlı ölüme terk edilişinin zaman aşımından düşmesine „hayırlı olsun diyebiliyor…

Polisin şiddeti yeni bir olay değil Türkiye’de, göstericilerin dövülüp tartaklanması, gözaltında taciz her dönem acısı, en büyük utançlarından Türkiye’nin… 
Ama çoluk çocuk, kadın, yaşlı, engelli  demeden uygulanan bu şiddetin, bu zulmün, bu zulümle ölen gencecik canların, kaybedilen organların „destan“ olarak adlandırılması bir ilk..

Sokağa çıkma yasaklarını da yaşadık ama insanlara yaşadıkları şehirlerin toptan yasaklanması bir ilk…
Sevgiye, mizaha,sanata, şarkılı türkülü gösteriye tahammülsüzlük bir ilk..
Piyanodan bile korkup tutuklamak bir ilk…

Provokatörlerin nasıl halk yığınlarını birbirine kırdırmak için programlanıp ortaya salındığını gördük ama devletin bizzat aleni provokatörlük yaptığını ilk kez..

Biat etmeyenler için ilk defa bir hapishane kuruldu bu ülkede..Adaletin, hukukun yolunun düşmediği uzaklara bir yere…
Biat etmeyenlere, şiddetin dozunun yetmemesi, daha fazla gaz, daha fazla biber gazi, daha fazla polis donanımı, hatta polis gücünü dahi yeterli bulmayıp, eli palalı, döner bıçaklı vahşilere yolları açmak nefretin dozunun artık sınır tanımaz boyuta ulaşmış olduğunun göstergesi…

Ve ben merak ediyorum.. Yıllar yılı nefret saçanlar, bu nefrete yataklık edenler, alet olanlar, alkışlayanlar, seyirci kalanlar!
Soruyorum nasıl giriyorsunuz yataklarınıza, nasıl kapanabiliyor gözleriniz huzurla akşamları, nasıl bakabiliyorsunuz aynaya kalkınca, nasıl bakıyorsunuz analarınızın çocuklarınızın yüzüne siz? hala ağzınızın tadı var mı?..oysa acıdır nefretin tadı, hiç mi yakmıyor sizi, hala böylesine rahat gülebiliyorsunuz..

Biliyorum siz daha iyi bilirsiniz dini hepimizden… 
Ramazan, arınma ayıdır, tüm kötülüklerden, nefretten… 

Arınabilir mi ruhlarınız nefretten? Arınabilir mi vicdanınız yüklerinden? Sadece kendinize verebilir misiniz cevabini?






1 Temmuz 2013 Pazartesi

Pardon, tanışıyor muyuz?


Aynı masada saatlerdir oturup da, karşınızdakinin size bir yerlerden tanıdık gelmesi gibi 
bu tanışma…

„Bana hiç yabancı gelmediniz, pardon tanışıyor muyuz?“

29 Haziran 2013 Cumartesi

Evlatlarını yiyen Satürn


Satürn, Roma mitolojisinde, tanrıların tanrısı... Elinde asası, dediğim dedik, astığım kestik. Güç onda …
Goya, "Cocuklarini Yiyen Saturn"
İktidarının keyfini sürerken, birgün kulağına, oğlunun tahtını elinden alacağı fısıltısı ulaşır. O andan itibaren krallığında doğan oğullara gün yüzü yoktur, tüm oğullarını yemeye başlar, artık herbiri kendine karşı tehdittir, acımasızca yutar yok eder…Ta ki Jüpiter’e kadar..O’nu annesi her nasılsa saklamayı başarmıştır.

23 Haziran 2013 Pazar

Karanfil




Karanfil…Onca zerafetin, güzelligin ve narinliginle nasil bu derece güclü, emin ve bas egmez olup, korkusu olabiliyorsun bazilarinin…Sen degil misin hic korkmadan namlularin tepesine cikip diktatörleri deviren, devrim yapan, sonra hic bir sey olmamis gibi ordan bir sevgilinin yakasina ilisiveren.. Adini, sevgilere, sevgililere yazdiran, Unutmayis’in diger adi karanfil…

Ne manidardir Melih Cevdet’in siiri..

ANI

17 Haziran 2013 Pazartesi

Direniş değil Diriliş


Bir Direniş, kendi içinden, ya kendi liderini yaratmalıdır adı  Devrim olsun ya da kendine akıcak bir yol bulmalıdır başarıya ulaşsın, aksi halde bu hareket sadece  başkaldırı olarak alacaktir tarihteki yerini.
Ve şu anda ne bu ayağa kalkışın, direnişin içinde bir lider sivriliyor ne de muhalefet kendi içinde toparlanıp bir lider yaratıyor. Muhalefet bir kenarda dursun, aslında onlarinda bir Devrim yapma amaci yok bu yolda.

Devrim de gerekmiyor. Zira „Devrim“, tarihin yazdığı en büyük devrimci tarafından yapıldı  bu ülkede, maksat devam ettirebilmekti arkasından gelenlerce… sonuç malum, yalpalıyor o gün bu gündür.

Ama bu „Direniş“ „Diriliş“e çevrilir ve Cumhuriyetin kuruluşundan beri sürekli kesintiye uğrayan Demokrasimiz adına, daha emin ve ciddi adımlar atılmaya başlanırsa işte o zaman Devrim de amacına ulaşmış olur.. Ve Direnis de..

16 Haziran 2013 Pazar

Cinnet Durumu

Bir ülke cinnet geçiriyor, Çünkü „bir hastalık“ dolaşıyor ortada… Ve bu hastalık ortaya çıktı mı, etrafında yaşayan her şeye değmeye başlıyor, bulaşıcı gibi, salgın gibi…

Teşhis son derece net: Beynin ön lobunun işlevini sağlıklı yerine getirememesi hali!

Bu, otokontrol ve duygusal farkındalık yetilerinin yok olma hali; üzüntü, pişmanlık, suçluluk, sevgi, korku duymuyor yani… ilk ve en önemli belirtileri.

4 Haziran 2013 Salı

Hepimiz bir Ağaciz


22 yasında, „ölsem de dönmem bu yoldan derken“ "Boşver sen mi kurtarıcan ülkeyi" dediler ona, hep başkalarının kendileri için birşey yapmasını bekleyenler… Evet "O" kurtarıcak bu ülkeyi.
O ve O’nun gibi bir ağaca sevdalananlar…
"bir ağaç uğruna“ .. „bir fidan uğruna“ yola çıkanlar…

31 Mayıs 2013 Cuma

Dağ başını duman almış...


Herşeyimizi alıyorlar elimizden.

Yavaş yavaş değil, ivedilikle… herşey birbirinin ardına sıralanıyor. Neyi kaybettiğimizi düşünürken, başka bir şey daha yitirilmiş oluyor.

Nasıl bu hale gelindi diye soruyor herkes… Ama bugünlere gelişimizi kendimiz hazırladık. Kendi aymazlığımızla, tarih bilgisi yoksunluğumuzla ve dolayısıyla ders alamayışımızla, rahat düşkünlüğümüzle ve dolayısıyla akıl ve beden tembelliğimizle  geldik.

26 Mayıs 2013 Pazar

Mutlu bir pazar dilegi








 Bugünün cafe misafiri Shirley MacLaine ...

Yapılmaya değer tek yolculuk olan, kişinin kendi iç dünyasında gerçekleştireceği yolculuğu ben yaptım ve bunun karşılığını aldım. Bu yolculuk aracılığıyla herkesin kendi HAYAT'ı ve GERÇEK'i olduğunu öğrendim. Hayat, tek başına bir anlam taşımaz. Ona gerçekten anlam kazandıran bizleriz. Gerçeği kendi öz benliğimizden ayrı düşünemeyiz. Her an kendi gerçeğimizi yaratmaktayız. Benim için bu gerçek de, tam bir özgürlük ve sorumlulukla sağlanabilir.







(Shirley MacLaine kizi Sachi Parker ile evinde, fotograf Allan Grant, 1959.)





 

24 Mayıs 2013 Cuma

Viyana’nın muslukları


Evet, komik bir başlık oldu biliyorum..ama açıklıyacağım..

Viyana’nın musluklarından –öncelikle- su akar.. „başka ne akıcaktı ki“ cümlenizi duyuyorum, saklamayın..:)
Ama bu su, doyasıya içilesi bir sudur..susadığınızda ağzınızı musluğa dayayıp kana kana, doya doya içeceğiniz, lezzetli, buz gibi bir su…
Taa Romalılar zamanında kaynak sularını kanallarla içme suyu olarak taşımaya başlamışlar burada..Her ne kadar bir ara kesintiye uğramışsa da 1800 lerde artık Viyana’nın su kanalları Alp’lerin tepelerindeki su kaynaklarından evlere doğru bağlanmaya başlamış yavaştan..Ve şimdi, dünyanın en iyi içme sularından birine sahip ender şehirlerden ve aynı zamanda içme suyu güvenliği ve kalitesi anayasal koruma altındaki tek şehir.

19 Mayıs 2013 Pazar

Ruhun kelimeleri, gözler…


İlk fark ettiğimde şaşırmıştım.. Ne tuhaftı, insan ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, o bebeklik fotoğrafındaki bakışı asla değişmiyordu. Derinlerde bir yerde, o kocaman kişinin gözlerinde, küçücük halinin gözlerini görüyordum. Oysa, her yeri değişime uğruyordu insanın; boyu posu, kilosu, cildi, saçları,teni ve hatta bazen sesi bile…
Kimi zaman ilk gençlik yıllarında tanıdığınız kişiler senelerin geçidinden sonra bambaşka bir görüntüye bürünür, çıkaramazsınız birden seneler sonra karşılaştığınızda, ama tanıdık gelen bir yer vardır gene de size…Gözler..onlar hemen açık ediverir işte, yılların örttüğünü…

Sanırım gözler bizim en yalansız yanımız, en apaçık ortada olduğumuz halimiz ve saklıyamadığımız hayat bakışımız… Ruhumuzun kendini dışavurum hali, kelimeleri…

13 Mart 2013 Çarşamba

Simdi Haberler...


„Haber“ler geçiyor devamlı elimizin altından, gözümüzün önünden… Gözler görüyor, okuyor, bir tıkla diğerine iletiliyor da,  akılları ne kadar zorluyor, kafalarda ne kadar kalıyor, yüreklere ne kadar değiyor çoğu haber diye düşünüyorum.

İletişim’in, haberleşmenin süratine erişemediğimiz bir çağı sürüyoruz. Haberleşiyor muyuz gerçekten? İletişim çok hızlı, iyi güzel ama iletilen ne bize? Hiç sorguluyor muyuz? Yoksa artık hiç bir şeyin sorgulanmadığı, ne verilirse onun alındığı, marketteki buzdolabından „faydalı ve besleyici“ diye hiç sorgulamadan alıp, eve getirip aileye hazırlanan yemekler gibi mi oldu haber denen şey…? Hiç düşünülüyor mu, „içindekiler“ kısmını hiç okumadan aldığımız hazır paket yiyecekler kadar, içeriğini hiç sorgulamadığımız  "paket" haberlerin de ne kadar zararlı olabileceği…

16 Şubat 2013 Cumartesi

Anneme


Bana hayat verene…Hayat vermek, salt can vermek olaydi, belki de adi hayat vermek olmazdi…

Canima, anneme, gökkusagima, cansuyuma


Daha nice en güzel yillarini hep birlikte yasamak dilegiyle,kutlu olsun yeni yaşın



Bir Kücük Kiz Cocugu

Kücük bir kiz cocugu taniyorum ben
Müzik gibi,… gönle dolan, ice isleyen
Kemanin ninnileriyle büyümüs olmasindan belki
Müzik gibi sarip sarmalayan, iyilestiren

14 Şubat 2013 Perşembe

Aşk dediğin laftır derler, sakin kanma onlara...


Nedir kimyası bilinmez, kime neden aşık oluruz, hesapsız kitapsız aşklar söz konusu olduğunda… Zıt güçler dengesi mi, yoksa öbür yarımız midir aradığımız… Üzerine o kadar çok yazılıp söylenmiş ki… Ama işte, her neyse sebebi, hayatın bize sunduğu en adrenalini, serotonini, çarpıntısı bol, en zamansız yakalandığımız, kimi göklerde gezinip kimi yerlerde süründüğümüz, ama asla bi daha nolur demekten vazgeçmediğimiz en muhteşem duygulardan biri..

Hani;

Pamuk helvayı ısırmak gibi, toz pembe, yumuşacık ve şeker tadında, ağızda eriyen..

Çikolata gibi, karşı konulamaz, baştan çıkaran, hiç doymadığın ve hep aklında, tatlı bir kaçamak hınzırlığında

8 Şubat 2013 Cuma

Kadınsı Şeyler


Geçtiğimiz yaz düşmüştü aklıma…
O gün yaşadığım, hayatın ufacık bir detayı, bir an geçirtiverdi aklımdan bu düşünceyi..“Seviyorum ben kadın olmayı“ dedim…

Sıcaktan bunaldığımız bir yaz günüydü, aslında sıradan her zamanki gibi işte..“vaktin var mı 1 saat boşum var“ dedi telefondaki ses… Hemen o bir saati en iyi şekilde değerlendirmek için buluştuk günün orta yerinde kız arkadaşımla, vakti en iyi değerlendirebilmek için hem bir çırpıda soframızı bahçeye kurarken hem de başlamıştı sohbet çoktan..Sohbetin arasına, masaya getir götürler sırasında dudağa bir de şarkı ilişmişti farkında olmadan… Birazdan etekleri şöyle bir toplayıp bahçe hortumuyla ayaklarımızı çocuk neşesiyle ıslatip, soğuk sarabimizi açtığımızda, geçirmiştim işte içimden…O ufacık zaman dilimini incelikli saatlere çevirebilmek, bir çırpıda bir parça hayatlarımızın içine karşılıklı dalıp çıkabilmek ne keyifli seydi.. sanırım tek kadınların dünyasındaydı bu, aynı anda yeni yapılmış reçelin tarifiyle, çocukların konusunu, yetiştirilmesi gereken faturalarla, karşılaşılan yeni kişinin akıbetini, işteki sıkıntılarla gidilmek istenen tatilin heyecanını, hayallerle gerçekleri, acılarla tatlıları aynı kapta buluşturmak…

İşte o konuşmalar sırasında bir de aklımdan bunlar geçti..Bu „kadınca yaşamayı, kadınca düşünmeyi, kadınca hissetmeyi“ seviyorum ben dedim…

20 Ocak 2013 Pazar

Karsiliksiz Sevenler


Cem, Alara ve Santa...
Küçüktük, sanırım ortaokul zamanlarımızdı, babam tiyatronun kulisinde doğmuş bir tekir yavruyla gelmişti gece eve.. Sanırım bu her gördüğüm yavruyu alıp eve getirme arzusu, sokaktaki tüm kedileri,köpekleri besleme aşkına tutulma hali babamdan geçmiş olmalı bana..Zira o minik tekir de babamın ilk vukuatı değildi, küçüklüğünden beri nice kedi ve köpeği eve taşımış ve babaannemin çatık kasları sonucu tekrar aldığı yere bırakmak durumunda kalmış, ama çoğunu da evin bahçesinde, ödünlükta bir yerlerde büyütmüştü..İşte, bu sefer de evimizin yeni misafiriydi Memiş… 

13 Ocak 2013 Pazar

Bir kahvem bir de ben...oturduk bu sabah..


Sabah erkenden kalktım, herşey bir yana sabah kahvem bir yana dediğim kahvemi bile içmeden hızlıca hazırlandım ve çıktım evden. Kahvemi başka bir yerde içecektim çünkü…

Haftalardır önünden geçip geçip, penceresinden bile bakmaya elvermiyordu içim… Hatta bazen, adımlarımı sıklaştırdığımı farkediverdim tam önüne geldiğimde..
Ama bugün, topladım cesaretimi ve biranda, yeniden kaçmasın diye de kahvemi bile içmeden fırladım evden.
İlk adımlar hızlı başladıysa da duralıyıverdim karşısına geldiğim anda, şöyle bir gözgöze bakıştık kendisiyle önce, kaç zamandır açılmayan kapısına baktım, ama anlaşılan ben gelmesem de burayı sevenler gelmişlerdi, ufak ufak kağıtlara yazılmış notlar duruyordu kapıda.. İnsanın kendini ürkütmemeye çalışması garip bir his..kendisi için aman kaçmasın diye itina etmesi..Bu duygularla yaklaştım camına, ellerimi siper edip içeriyi seyrettim.
Herşey, bıraktığım gibiydi sanki..ama sessiz ve hüzünlü bir hali vardı. Sonunda elim kapıya yöneldi, kapıdaki notları itinayla toplayıp içeri girdim